EuTHyRoX
Moderatör
- 31 Tem 2021
- 735
- 340
- 63
En Bilimsel 8 Bilimkurgu Filmi
Okan Akıncı - 17 Ocak 2015
En bilimsel bilimkurgu filmleri dosyası sizlerle! Bu öneri listesinde bilimsel verilere dayanan, en azından yakın tarihe kadar bilimsel yönüyle mümkün gözüken konuları ele alan yapımlara göz atıyoruz.
En bilimsel bilimkurgu filmleri denince aklınıza hangi yapımlar geliyor? Sinema tarihinde, bu türün önemli örneklerine birlikte göz atalım!
Nedir katı bilimkurgu? Katı bilimkurgu, gerçekçi bilimkurgudur. Bilimsel gerçeklere en uygun şekilde tasarlanan bilimkurgu türüdür. Ayrıca benim de en sevdiğim türüdür. Bu tür eserlerde titizlikle araştırma yapılır, bazen bilim insanları danışman olarak görev alırlar, hatta bazen bilim insanları yapımcının kendisi olurlar.
Katı bilimkurguya yabancı olanlar bir an, bu türün eğlenceli olamayacağını düşünebilirler. Çünkü ışıktan hızlı seyahatin imkansız olduğu, zamanda geçmişe gidilmediği, özel güçlere sahip süper kahramanların bulunmadığı, her şeyin kitaba uygun olduğu bir bilimkurgu fikri kulağa hiç de öyleymiş gibi gelmiyor. Fakat sıkı bir bilim okuyucusuysanız bu dalın aslında eğlenceli olduğunu ve bilimkurguya çok güzel ilham verdiğini görebilirsiniz. Hatta bazen hiç mantıklı gelmeyen bir bilimkurgu eserinin aslında bilimsel olduğunu, çok mantıklı gelen bir eserin de bilimsel olmadığını, hatta fantastik sularında gezindiğini bile görüyoruz.
Bu yazıda katı bilimkurgu sınıfında değerlendirebileceğimiz sekiz filmi sıraladım. Elbette katı bilimkurgu denildiğinde akla %100 bilimsel filmler gelmemeli. Bazen konunun selameti için bilimsel gerçeklikten taviz verildiğini görüyoruz. Bu yüzden filmleri gerçekçilik seviyesine göre sıralamaya çalıştım, fakat bu kolay bir iş değildi. Başlangıçta listede olması gerektiğini düşündüğüm bazı filmleri biraz araştırma yaptıktan sonra listeden çıkarmak zorunda kaldım. Arkadaşlar da birkaç öneride bulundular, bazılarını hiç izlememiştim. Onları izledim. Ve bu önerilerin de bir kısmını listeye alırken bir kısmını da gerçekçi olmadığından reddetmek zorunda kaldım.
İşin en zor kısmı filmleri belirledikten sonra bir sıraya koymaktı. Hangisi hangisinden daha gerçekçiydi? Hatta birini en başa mı, yoksa en sona mı koymam gerektiği konusunda bile zorlandım. Listede gördüğünüz eksikler varsa yorumlar kısmında bizlerle paylaşmayı unutmayın!
Bilimsel Yönüyle Dikkat Çeken 8 Bilimkurgu Filmi.
8. Jurassic Park
Listemizin son sırasında Jurassic Park’ın olması bazı okurları şaşırtabilir. Dinozorların yeniden vücut bulduğu bir dünya fikri başta fantastik görünebilir. Aslında Jurassic Park, katı bilimkurgunun en çarpıcı örneklerindendir. Hatta bu listeyi birkaç yıl önce yapsam listenin daha da ön sırasında olabilirdi.
Michael Crichton’ın aynı isimli eserinden uyarlanan Jurassic Park çok ciddi bir çalışmanın ürünüdür. Crichton, bu eseri yazarken biyoloji üzerine sıkı bir araştırma yapmıştı. Filme göre, dinozorların kanını enen sinekler (ya da sineklerin 65 milyon önceki atası her ne ise) kehribarın içinde mahsur kalırlar. Böylece hiç bozulmadan günümüze kadar korunurlar. Bu sayede bilim insanları, bozulmamış dinozor DNA’sı elde ederler. Klonlama yoluyla deve kuşu yumurtasının genetik kodunu silip yerine dinozor türünün genetik kodunu yerleştirirler. Çünkü dinozor yumurtasına en yakın büyüklükteki yumurta, devekuşu yumurtasıdır.
Bu fikir teknik olarak uygulanabilirdi. Hatta farklı türlere uyarlayarak mamutlar, neanderthaller ve diğer bütün yok olmuş türler geri getirilebilirdi. Bu nedenle Jurassic Park oldukça gerçekçi bir filmdi. Fakat 2012’deki bir keşif bunu değiştirdi. Moa adlı nesli tükenmiş bir kuş türünün (devekuşuna benziyor) fosilleri üstünde yapılan bir araştırma, DNA molekülünü oluşturan bağların yarısının 521 yılda kırıldığını (yani DNA’nın yarısının çözündüğünü) gösterdi. Kısacası DNA’nın yarılanma süresi 521 yıldır. 1042 yıldaysa DNA’nın dörtte biri kalacaktır. Elbette saklama koşullarına bağlı olarak bu süreyi uzatmak mümkün, fakat ideal koşullarda (-5 santigrat) bile bunun bir sınırı var, en fazla 6,8 milyon yıl içinde DNA tamamen yok olacaktır. Bu durumda, 65 milyon yıl önce yok olan dinozorları geri getirmek imkansızdır.
Öyleyse, bu filmi neden listeden çıkarmadık ve son sıradan da olsa bir yer verdik? Çünkü bir canlıyı geri getirmek imkansız değil. Teknik olarak bu mümkün. Bunu sadece çok uzun zaman önce yok olmuş türlere uygulamamız mümkün değil. Çok yakın zamanda yok olmuş türleri geri getirmek olasılık dahilinde. Örneğin, 20. yüzyılda neslini tükettiğimiz Anadolu parsını, eğer elimizde DNA’sı varsa tekrar yaratabiliriz.
Tekniği bakımından Jurassic Park bir katı bilimkurgu örneğidir. Hatta eseri, bugünün değil de yazıldığı yılın bilgisiyle değerlendirirsek çok daha bilimsel bir filmdir. DNA’nın zaman içinde çözünmesi elbette Crichton’ın da farkında olduğu bir şeydi. O, sadece bunun bu kadar kısa sürede olduğunu bilmiyordu. Hatta bu bilgiye eserinde önemli bir yer vermiştir. Dikkat ederseniz Jurassic Park’ta, dinozor DNA’sında kayıplar olduğu ve bunun kurbağa DNA’sıyla kapatıldığı söyleniyor. Parktaki dinozorlar kontrolsüz çoğalmasınlar diye hepsi aynı cinsiyettedir (hepsi dişi). Fakat dinozorları geri getiren bilim insanları bu noktada çok ciddi bir hata yapmışlardır: Eksikleri tamamlamak için kullanılan kurbağa DNA’sı, cinsiyet değiştirebilme yeteneğine sahip bazı Batı Afrika kurbağalarından alınmıştır. Böylece bazı dinozorlar cinsiyet değiştirirler ve insanların üreme üzerindeki kontrolünden kurtulurlar. Yaşam bir şekilde kendi yolunu bulur. Gerçekten dahice bir fikir ve Crichton’ın konuyu ne kadar iyi araştırdığının bir örneği.
Dinozorları geri getirmek mümkün olmasa da bütün bu nedenlerden dolayı Jurassic Park bu listede bir yeri hak ediyor.
7. 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Macerası)
Arthur C. Clarke’ın aynı isimli romanından uyarlanan bir Stanley Kubrick yapımı. 2001, çeşitli yönleriyle sinemanın efsaneleri arasına girmiştir. 1968 gibi erken bir tarihte vizyona girmiş olmasına rağmen görselliği zamanının çok ilerisindedir. Teknolojinin verdiği imkânlar sonuna kadar zorlanmış ve Kubrick’in dehasıyla birleşmiştir.
Film üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm insanın şafağıdır. Burada insanın evriminden bir kare görüyoruz. Dönemin bilgisi dahilinde bu dönem olabildiğince gerçekçi yansıtılmıştır. Bu konuda elbette bazı eleştirilerde bulunacağız. Zekanın ve alet kullanabilme yeteneğinin bu kadar hızlı evrimleşmesi mümkün görünmüyor. Evrim, binlerce ve hatta milyonlarca yıla yayılan bir süreçtir. Üstelik, alet kullanma yeteneği insana özgü değildir. Şempanzeler de ilkel düzeyde bile olsa alet yapma ve kullanma yeteneğine sahiptir. Onun en yakın akrabası bonobolarsa alet kullanmasalar da yatkınlığa sahiptir.
Fakat sahnenin sonrasına baktığımızda evrimin başarıyla anlatıldığını görüyoruz. Sopa kullanma yeteneğine erişen grup, diğer gruba üstünlük sağlar ve su kaynağını ele geçirir. Bu yetenek onlara avantaj kazandırmış ve neslini devam ettirme imkânı tanımıştır. Popülasyonlar arası doğal seçilim işlemiştir. Yeterince gerçekçi bir sahne.
İkinci bölümdeki teknolojik öngörüler ilgi çekicidir. Uzay araçlarında yapay yerçekimi yoktur, onun yerine herkes kemerlerini bağlayıp oturmaktadır. Yemekler yerçekimsiz ortamda dağılmasın diye kapalı kutularla gelir ve önceden takılmış pipetlerle tüketilir. Hostesler, mıknatıslı ayakkabılar kullanarak aracın içinde gezinmektedir.
Üçüncü bölüm filmin en çarpıcı kısmıdır. Bilimkurgu literatürüne Hal 9000 adlı yapay zekaya sahip bilgisayarı kazandırmıştır. Pek çok konuda kendisine atıf yapılmıştır. Hatta Kayıp Rıhtım portalındaki arama kutusunda bile Hal 9000’in gözünü görebilirsiniz. Hal 9000 pek çok bakımdan oldukça gerçekçi bir yapay zekadır. Anlamsız nedenlerden ötürü kontrolden çıkan bir yapay zeka değildir. Tam tersine, en sonunda görüldüğü üzere o sadece görevini yerine getirmek için diretmiştir.
Filmin bu kısmının biraz daha gerçekçilikten (en azından zamanımızın bilimsel bilgisinden) uzaklaşıp felsefi bir nitelik kazandığını ve anlaşılması zor olduğunu söylemek mümkün. Fakat gerçekçilik hiç yok değil. Uzayda daha yüksek hızlara çıktıkça zamanın farklı bir hızda akması ve karakterimizin kendi yaşlılığını görmesi Einstein’ın görelilik kuramlarına uygun.
Filmin gerçekçilik açısından en büyük sıkıntısı 2001 yılını çok geride bırakmış olmamıza rağmen hala filmde öngörülen teknolojik seviyeye ulaşamamış olmamız.
6. I, Robot (Ben, Robot)
Konu yapay zeka ve onun insanlığa karşı olası isyanından açılmışken Isaac Asimov’un aynı isimli eserinden uyarlanan I, Robot’a değinmenin tam sırası. Bu film, canavar veya duygusal robotlar yerine daha gerçekçi robotlar koyuyor. Bir makinenin düşünce tarzının en gerçekçi ele alındığı eserdir.
Asimov, robotların belirlenmiş üç yasaya göre programlanması durumunda hiçbir zaman tehlike arz etmeyeceği görüşünü bu eserde de sunar. Fakat bu varsayımı çeşitli eserlerinde test etmiş ve geliştirmiştir. Bir robotun üç yasaya rağmen bir cinayetin zanlısı gibi görünmesi eserin başlıca konusudur. Bu robot, sadece arızalı (ya da üç yasaya göre programlanması unutulmuş) bir robot mudur, yoksa bunun altında çok daha derin nedenler mi vardır? Soruşturmayı yürüten müfettiş Del Spooner en sonunda üç yasadaki bir açığı keşfedecektir.
Burada pek fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü Asimov’un üç yasasını yakın zamanda uzun uzadıya ele aldık. Yakın zamanda yaptığımız Biz Bunu İstiyoruz 2.5 etkinliğinde Asimov’un eserlerini ve üç yasasını anlattık. Eğer hala okumadıysanız çok şey kaçırmışsınız demektir.
5. Interstellar (Yıldızlararası)
Interstellar’ı bu listenin hangi sırasına koyacağıma karar vermek benim için hayli zordu. Başa da alabilirdim, sona da. Kesin olan tek bir şey vardı, o da Interstellar’ın, katı bilimkurgunun en başarılı örneklerinden olduğu ve bu listede kesinlikle bulunması gerektiğiydi.
Yakın zamanda vizyona giren Interstellar sadece sinema gündemini ve bilimkurgu çevrelerini değil, bilim çevrelerini de çok meşgul etti. Bilim yayınlarında ayrıntılı incelemeler yayımlandı. Hatta filmin kendisi bir bilim keşfine önayak oldu. Filmin yapımcılarından Kip Thorne, Yıldızlararası’nın Bilimi adlı bir kitap bile yazdı.
Konuya gelecek olursak, Dünya ekosisteminin büyük zarar gördüğü, insan nüfusunun kırıldığı, ekonominin son derece küçüldüğü bir gelecekteyiz. Dünya gezegeni günden güne ölmektedir ve geri döndürülemez noktaya gelmiştir. Bu noktada Satürn yakınlarda bir solucandeliği keşfedilmiştir. Bu solucandeliği başka bir galaksideki bir yıldız sistemine açılmaktadır. Burada yaşam için aday üç gezegen vardır. Yıllar önce üçüne de bilgi toplaması için astronot gönderilmiştir. Şimdiki ekibin göreviyse bu üç gezegeni gezmek, toplanan bilgileri inceleyip en uygun gezegeni seçmektir. Sonrasında eğer mümkünse tüm dünya nüfusu bu yeni gezegene taşınacak ve kurtarılacaktır. Bu mümkün değilse, binlerce insandan toplanmış genetik mirastan yeni bir insan nesli, yeni gezegende yaratılacak ve en azından insanlığın devamlılığı sağlanacaktır.
Yolculuk uzun sürecektir. Satürn’e kadar ekip uzay aracında dondurulur. Işıktan hızlı seyahat beklemeyin, bilimsel gerçekliğe uygun bir filmi, bir katı bilimkurguyu izliyorsunuz. Evrenin diğer ucuna seyahat solucandeliğiyle sağlanıyor, yani kestirmeden gidiliyor. Solucandeliğinin ne olduğunun anlatıldığı sahne çok anlaşılır. Kip Thorne’un imzası kendisini gösteriyor.
Gidilen yerde bir de karadelik vardır. Karadeliğin görüntüsü olabildiğince gerçekçi yansıtılmış. Hatta bunun için tasarlanan simulasyon bir keşfe neden olmuş.
Karadeliğin yakınındaki gezegende zamanın farklı akması konuya yabancı olanlara fantazi gibi gelebilir ama gerçekliğe uygun. Zaman sabit değildir, görelidir. Farklı hızlarda hareket eden ve farklı derecede çekim gücüne maruz kalınan yerlerde zaman da farklıdır. Filmde, karadeliğe yakın gezegende geçirilen bir saat, dışarıda yedi yıla denk geliyor.
Hayalgücünün sınırlarını zorlayan kısım karadeliğe girdikten sonra başlıyor. Beşinci boyutlu evrenin algılanabilir hale gelmesi de işlenmiş. Yaşadığımız evren aslında üç boyutlu değildir. 11 boyutlu olarak başlamıştır ama sonra diğer boyutlar içe çökmüştür. Biz sadece dört boyutu algılayabiliyoruz (dördüncüsü zaman). Beşinci boyutun algılanabilmesiyle birlikte, dördüncüsünde, tıpkı ilk üçünde olduğu gibi seyahat etmek mümkün oluyor. Bu sayede zamanda seyahat etmek ve evrenin diğer ucuna mesaj göndermek mümkün hale geliyor. Tabii bu, kanıtlanmamış bir şey.
Elbette bazı eleştiriler de var. Örneğin bir karadeliğe parçalanmadan girmek olası görünmüyor. Bir başka sorun da astronot kıyafetleriyle kavga ederken kaskın çatlamasına rağmen hava sızıntısı olmaması. Bunlar benim aklıma gelenler. Hepsinden önemlisi film, pek çok bilimsel teori üzerine kurulsa da bir kısmı şu an kanıtlanmış değil.
Interstellar’ın bilimsel gerçekçiliği başlı başına bir yazı konusu. Hatta bir kitap konusu ki böyle bir kitap da yazıldı zaten. Bu nedenle kısa kesiyorum. Yazının sonunda verdiğim kaynaklardan Interstellar’ın bilimselliğini okuyabilirsiniz.
4. Gattaca
Polisiye-bilimkurgu tarzındaki Gattaca, katı bilimkurgunun önde gelen örneklerindendir. Hikayemiz genetik mühendisliği uygulamalarının daha da kolaylaştığı, ucuzladığı ve topluma yayıldığı bir gelecekte geçiyor. Aileler, çocukları doğmadan önce genetik yapısına müdahele ettirmekte, olası zayıflıklardan arındırmakta, hastalıklara karşı daha dirençli yapmakta, daha uzun ömürlü olmakta ve gelişmeye daha açık hale getirmektedir. Böylece toplumun kusursuz kabul ettiği bireyler doğmaktadır. Tabii, her ebeveyn bunu tercih etmemekte, bazıları çocuğunun “doğal” olmasını istemektedir. Bu durum, genetiğe dayanan bir sınıf ayrımcılığına neden olmuştur. Genetik mirası elden geçirilmiş üstün bireyler, çeşitli işler için daha uygun kabul edilmektedir. Bu yüzden iş başvurularında DNA örneği vermek zorunlu hale gelmiştir. Hatta bütün iş görüşmeleri bununla sınırlıdır. Diğer insanlarsa daha düşük ücretli ve kimsenin yapmak istemediği işlerde çalışmak zorunda bırakılmıştır.
Kardeşinin aksine genetik yapısına müdahale edilmemiş Vincent (Ethan Hawke) bu durumun sonuçlarını yaşamaktadır. Kalbi doğuştan zayıftır. Gözleri çok iyi görmemektedir. Hiçbir yerde iş bulamamaktadır. Çünkü DNA örneği istenmektedir. Bu yüzden yoksul sınıfın bir parçası olmuştur, ama hayalleri büyüktür, uzaya gitmeyi hedeflemektedir. Bu konuda Jerome (Jude Law) ile bir anlaşma yapar. Jerome, genetik yapısı özelleştirilmiş bir insandır ama bir kazada sakatlanmış ve ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır. Vincent, Jerome’un kimliğine bürünecek, ne zaman saç teli, idrar, deri parçası, kan örneği, sperm vermesi gerekse Jerome’dan alacaktır. Karşılığında onun bakımını üstlenecektir. Böylece Vincent, Gattaca’ya (dönemin NASA’sı diyebiliriz) girer ve hayalini gerçekleştirmek için işe koyulur.
Buraya kadar anlattığımız kısımda gerçekliğe uymayan hiçbir şey yok. Genetik biliminin günümüzde bile geldiği nokta malum. Gen tedavisi günümüzde de uygulanabiliyor. Saç, kan, sperm, deri vs. hepsinden bir insanın DNA’sını öğrenmek mümkün. Ki günümüzde adli tıp uygulamalarında yoğun bir biçimde kullanılıyor. Gattaca’nın tek farkı bunların kolaylaştığı bir geleceği hayal etmek. Genetik ayrımcılık yapan kurumlar ve suçluların peşindeki polis, genetik materyali anında çözümleyen makinelere sahiptir, o kadar.
Gattaca’nın gerçekçilikten çıktığı kısım pozitif bilimlerden çok iktisadi yöndendir. İstisnasız her gün uzaya bir düzine araç gönderecek kadar uzay gemisi üretmek, bunun için mühendis, teknoloji, hammadde ve yakıt sağlamak, bu kadar çok astronot yetiştirmek filmin gerçekçi olmayan yönü.
3. Contact (Temas)
Contact, Carl Sagan’ın aynı isimli eserinden sinemaya uyarlanmıştır. Bir bilim insanının yazmış olması sayesinde yapılmış en gerçekçi bilimkurgulardan olup bilimsel tartışmalara yer vermiştir. Dünya dışı zeki bir yaşam formuyla tanışılmasını konu edinmektedir.
Dr. Arroway (Jodie Foster) uzaydaki çeşitli sinyalleri dinleyip analiz etmekte ve zeki bir uygarlıktan mı geldiğini yoksa uzaydaki herhangi bir gök olayından gelen bir gürültü mü olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Bu, gerçekte olan bir bilimsel çalışmadır. SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence – Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) uzaydaki bütün sinyalleri kayıt altına almakta ve analiz edip kaynağını öğrenmeye çalışmaktadır. Henüz dünya dışı bir uygarlık keşfedemesek de orada bir yerlerde yaşam olmasının olasılığı vardır. Gerçek yaşamdaki bilimcilerin ve Contact’ta Arroway’in bu kadar umutlu olmasının nedeni de bu olasılıktır.
Arroway, Joss’a (Matthew McConaughey) galaksideki zeki yaşam olasılığını hesaplar. Gerçekte bu ayaküstü rastgele bir hesap değildir. Galaksideki zeki yaşam olasılığını hesaplamak için kullanılan Drake Denklemidir. Son yıllarda yapılan keşiflerde bu denkleme verilecek değerler denklemin yaratıcısı Frank Drake’in en iyimser tahminlerinin bile ötesine geçmiştir.
Filmde, Drumlin (Tom Skerritt) gibi başta umutsuz olanlar da vardır. Olasılık bu kadar yüksekse neden hala zeki bir yaşam sinyali tespit edemedik? Bu da bilim çevrelerinde tartışılmakta olan bir konudur. Konuyu ilk önce dile getirenin fizikçi Enrico Fermi olması nedeniyle Fermi Paradoksu olarak bilinmektedir.
Tahmin edeceğiniz üzere filmin ilerleyen dakikalarında bir dünya dışı yaşam sinyali gelir. Fakat sinyal aslında Hitler’in 1936’da bir yaptığı konuşmadır. Yani tarihteki ilk TV yayınlarından biri uzayda yıllarca ışık hızıyla yok almış ve bu yabancı uygarlığa ulaşmıştır. Onlar da yayını geri göndererek cevaplamışlardır. Zaten filmin başında da gösterildiği üzere bütün TV, radyo vs. sinyalleri uzayda yol almaktadır. Örneğin bu TV yayınından 2015’e kadar 79 yıl geçmiştir, yani bu sinyal şu ana kadar en fazla 79 ışıkyılı uzağa gitmiş olmalı. Eğer bu mesafede bulunan bir zeki yaşam formu varsa ve bu sinyali tespit edecek teknolojiye sahipse bizi keşfetmiş olmaları olasılık dahilindedir.
Contact’ta gelen sinyal bu kadarla sınırlı değildir. Sinyalin içine dev bir makinenin inşa planları saklanmıştır. Bu makine bir solucandeliği açacak ve insanı doğrudan bu yeni uygarlıkla tanışmaya götürecektir. Sagan’ın bu fikri Kip Thorne’dan aldığını biliyoruz. Işıktan hızlı seyahat imkansız olduğundan Sagan’ın kurguya dahil edeceği alternatif ve bilimin reddetmediği bir fikre ihtiyacı vardı. Bu fikir haliyle solucandeliği oldu.
Eserin bilimselliği konusunda getirilebilecek belki de tek eleştiri, solucandeliklerinin gerçekten varolup olmadığının belli olmamasıdır. Yani Interstellar ile aynı dertten muzdarip. Teorik olarak varlar, bilim tarafından kabul görüyorlar. Bilim dünyasındaki adı Einstein-Rosen Köprüsüdür. Fakat gerçekte henüz hiç rastlamadık.
Kısacası Contact tamamen bilimsel bir film. Sadece bazı şeylerin kesinleşmesi lazım. Gelecekte solucandeliklerinin varlığı kesinleşirse böyle bir film listesi yapan başka biri Contact’ı ilk sıraya alabilir ya da var olmadıkları kanıtlanırsa Contact, Jurassic Park’la aynı kaderi paylaşabilir.
2. Gravity (Yerçekimi)
2013’te vizyona giren Gravity’yi listenin ikinci sırasına yerleştirdik. Rusya’nın kendi uydusunu füzeyle vurması nedeniyle binlerce parça büyük bir hızla Dünyanın çevresinde dönüp önüne gelen her şeyi yok etmektedir. Bu da o sırada uzay yürüyüşünde olan ABD’li bir astronot ekibi için ölüm kalım savaşına dönüşür. Ekibin diğer üyeleri hayatını kaybederken, Stone (Sandra Bullock) ve Kowalski (George Clooney) adlı iki astronot, hayatta kalma mücadelesi verir.
Uzay boşluğunda yaşanan gerilimi sakin bir şekilde izlemek epey zordu. Gerçekçilik açısındansa filmde kusur yok. Uzay boşluğu ancak bu kadar başarılı yansıtılabilirdi. Yukarıya çıkmayı herkes ister, belki çok keyiflidir ama bir o kadar da tehlikelidir.
Gravity’nin gerçeklikten uzaklaştığı tek kısım Stone’un yere indiği kısımdır. Bu sahne abartılı olduğu gibi Stone’un anlamadığı Çince butonlara basarak bunu başarması zorlama olmuş.
1. Apollo 13
Ve geldik listenin ilk sırasına. William Broyles Jr. ve Al Reinert’in Last Moon adlı kitabından 1995’te sinemaya uyarlanan Apollo 13’ün bugüne kadar yapılmış en gerçekçi bilimkurgu filmi olduğunu düşünüyorum. Aslında buna en gerçekçi bilimkurgu filmi demek de tam olarak doğru değil. Çünkü olay kurgu değil, gerçektir.
Film, NASA’nın Ay’a insanlı yolculuk projesinin yedinci yolculuğu olan Apollo 13’ü konu edinmektedir. 11 Nisan 1970’de Ay’a doğru yolan çıkan Apollo 13, yarı yolda bir patlama sonucu hizmet modülünün oksijen stoklarını ve elektrik enerjisini yitirdi. Mürettebat Ay modülüne sığınarak hayatta kaldı. Bu andan itibaren NASA’nın amacı astronotları sağ salim bir şekilde Dünya’ya geri getirmek oldu.
Kurtarma görevi başarılı oldu ve Apollo 13 mürettebatı Dünya’ya dönmeyi başardı. Ay’a yolculuk görevi her ne kadar başarısızlığa uğrasa da mürettebatın kurtarılması nedeniyle bu olaya “başarısız başarı” denilmektedir.
Apollo 13 sinema filmi ise bilimkurgusal bir film değil, bu süreci anlatan bir filmdir. Yani gerçekçi ya da mantıksız herhangi bir şey kurgulamamamış, olanı anlatmıştır. Bu nedenle listenin ilk sırasını uygun gördük.
kayiprihtim.com dan alınmıştır
Okan Akıncı - 17 Ocak 2015
En bilimsel bilimkurgu filmleri dosyası sizlerle! Bu öneri listesinde bilimsel verilere dayanan, en azından yakın tarihe kadar bilimsel yönüyle mümkün gözüken konuları ele alan yapımlara göz atıyoruz.
En bilimsel bilimkurgu filmleri denince aklınıza hangi yapımlar geliyor? Sinema tarihinde, bu türün önemli örneklerine birlikte göz atalım!
Nedir katı bilimkurgu? Katı bilimkurgu, gerçekçi bilimkurgudur. Bilimsel gerçeklere en uygun şekilde tasarlanan bilimkurgu türüdür. Ayrıca benim de en sevdiğim türüdür. Bu tür eserlerde titizlikle araştırma yapılır, bazen bilim insanları danışman olarak görev alırlar, hatta bazen bilim insanları yapımcının kendisi olurlar.
Katı bilimkurguya yabancı olanlar bir an, bu türün eğlenceli olamayacağını düşünebilirler. Çünkü ışıktan hızlı seyahatin imkansız olduğu, zamanda geçmişe gidilmediği, özel güçlere sahip süper kahramanların bulunmadığı, her şeyin kitaba uygun olduğu bir bilimkurgu fikri kulağa hiç de öyleymiş gibi gelmiyor. Fakat sıkı bir bilim okuyucusuysanız bu dalın aslında eğlenceli olduğunu ve bilimkurguya çok güzel ilham verdiğini görebilirsiniz. Hatta bazen hiç mantıklı gelmeyen bir bilimkurgu eserinin aslında bilimsel olduğunu, çok mantıklı gelen bir eserin de bilimsel olmadığını, hatta fantastik sularında gezindiğini bile görüyoruz.
Bu yazıda katı bilimkurgu sınıfında değerlendirebileceğimiz sekiz filmi sıraladım. Elbette katı bilimkurgu denildiğinde akla %100 bilimsel filmler gelmemeli. Bazen konunun selameti için bilimsel gerçeklikten taviz verildiğini görüyoruz. Bu yüzden filmleri gerçekçilik seviyesine göre sıralamaya çalıştım, fakat bu kolay bir iş değildi. Başlangıçta listede olması gerektiğini düşündüğüm bazı filmleri biraz araştırma yaptıktan sonra listeden çıkarmak zorunda kaldım. Arkadaşlar da birkaç öneride bulundular, bazılarını hiç izlememiştim. Onları izledim. Ve bu önerilerin de bir kısmını listeye alırken bir kısmını da gerçekçi olmadığından reddetmek zorunda kaldım.
İşin en zor kısmı filmleri belirledikten sonra bir sıraya koymaktı. Hangisi hangisinden daha gerçekçiydi? Hatta birini en başa mı, yoksa en sona mı koymam gerektiği konusunda bile zorlandım. Listede gördüğünüz eksikler varsa yorumlar kısmında bizlerle paylaşmayı unutmayın!
Bilimsel Yönüyle Dikkat Çeken 8 Bilimkurgu Filmi.
8. Jurassic Park
Listemizin son sırasında Jurassic Park’ın olması bazı okurları şaşırtabilir. Dinozorların yeniden vücut bulduğu bir dünya fikri başta fantastik görünebilir. Aslında Jurassic Park, katı bilimkurgunun en çarpıcı örneklerindendir. Hatta bu listeyi birkaç yıl önce yapsam listenin daha da ön sırasında olabilirdi.
Michael Crichton’ın aynı isimli eserinden uyarlanan Jurassic Park çok ciddi bir çalışmanın ürünüdür. Crichton, bu eseri yazarken biyoloji üzerine sıkı bir araştırma yapmıştı. Filme göre, dinozorların kanını enen sinekler (ya da sineklerin 65 milyon önceki atası her ne ise) kehribarın içinde mahsur kalırlar. Böylece hiç bozulmadan günümüze kadar korunurlar. Bu sayede bilim insanları, bozulmamış dinozor DNA’sı elde ederler. Klonlama yoluyla deve kuşu yumurtasının genetik kodunu silip yerine dinozor türünün genetik kodunu yerleştirirler. Çünkü dinozor yumurtasına en yakın büyüklükteki yumurta, devekuşu yumurtasıdır.
Bu fikir teknik olarak uygulanabilirdi. Hatta farklı türlere uyarlayarak mamutlar, neanderthaller ve diğer bütün yok olmuş türler geri getirilebilirdi. Bu nedenle Jurassic Park oldukça gerçekçi bir filmdi. Fakat 2012’deki bir keşif bunu değiştirdi. Moa adlı nesli tükenmiş bir kuş türünün (devekuşuna benziyor) fosilleri üstünde yapılan bir araştırma, DNA molekülünü oluşturan bağların yarısının 521 yılda kırıldığını (yani DNA’nın yarısının çözündüğünü) gösterdi. Kısacası DNA’nın yarılanma süresi 521 yıldır. 1042 yıldaysa DNA’nın dörtte biri kalacaktır. Elbette saklama koşullarına bağlı olarak bu süreyi uzatmak mümkün, fakat ideal koşullarda (-5 santigrat) bile bunun bir sınırı var, en fazla 6,8 milyon yıl içinde DNA tamamen yok olacaktır. Bu durumda, 65 milyon yıl önce yok olan dinozorları geri getirmek imkansızdır.
Öyleyse, bu filmi neden listeden çıkarmadık ve son sıradan da olsa bir yer verdik? Çünkü bir canlıyı geri getirmek imkansız değil. Teknik olarak bu mümkün. Bunu sadece çok uzun zaman önce yok olmuş türlere uygulamamız mümkün değil. Çok yakın zamanda yok olmuş türleri geri getirmek olasılık dahilinde. Örneğin, 20. yüzyılda neslini tükettiğimiz Anadolu parsını, eğer elimizde DNA’sı varsa tekrar yaratabiliriz.
Tekniği bakımından Jurassic Park bir katı bilimkurgu örneğidir. Hatta eseri, bugünün değil de yazıldığı yılın bilgisiyle değerlendirirsek çok daha bilimsel bir filmdir. DNA’nın zaman içinde çözünmesi elbette Crichton’ın da farkında olduğu bir şeydi. O, sadece bunun bu kadar kısa sürede olduğunu bilmiyordu. Hatta bu bilgiye eserinde önemli bir yer vermiştir. Dikkat ederseniz Jurassic Park’ta, dinozor DNA’sında kayıplar olduğu ve bunun kurbağa DNA’sıyla kapatıldığı söyleniyor. Parktaki dinozorlar kontrolsüz çoğalmasınlar diye hepsi aynı cinsiyettedir (hepsi dişi). Fakat dinozorları geri getiren bilim insanları bu noktada çok ciddi bir hata yapmışlardır: Eksikleri tamamlamak için kullanılan kurbağa DNA’sı, cinsiyet değiştirebilme yeteneğine sahip bazı Batı Afrika kurbağalarından alınmıştır. Böylece bazı dinozorlar cinsiyet değiştirirler ve insanların üreme üzerindeki kontrolünden kurtulurlar. Yaşam bir şekilde kendi yolunu bulur. Gerçekten dahice bir fikir ve Crichton’ın konuyu ne kadar iyi araştırdığının bir örneği.
Dinozorları geri getirmek mümkün olmasa da bütün bu nedenlerden dolayı Jurassic Park bu listede bir yeri hak ediyor.
7. 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Macerası)
Arthur C. Clarke’ın aynı isimli romanından uyarlanan bir Stanley Kubrick yapımı. 2001, çeşitli yönleriyle sinemanın efsaneleri arasına girmiştir. 1968 gibi erken bir tarihte vizyona girmiş olmasına rağmen görselliği zamanının çok ilerisindedir. Teknolojinin verdiği imkânlar sonuna kadar zorlanmış ve Kubrick’in dehasıyla birleşmiştir.
Film üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm insanın şafağıdır. Burada insanın evriminden bir kare görüyoruz. Dönemin bilgisi dahilinde bu dönem olabildiğince gerçekçi yansıtılmıştır. Bu konuda elbette bazı eleştirilerde bulunacağız. Zekanın ve alet kullanabilme yeteneğinin bu kadar hızlı evrimleşmesi mümkün görünmüyor. Evrim, binlerce ve hatta milyonlarca yıla yayılan bir süreçtir. Üstelik, alet kullanma yeteneği insana özgü değildir. Şempanzeler de ilkel düzeyde bile olsa alet yapma ve kullanma yeteneğine sahiptir. Onun en yakın akrabası bonobolarsa alet kullanmasalar da yatkınlığa sahiptir.
Fakat sahnenin sonrasına baktığımızda evrimin başarıyla anlatıldığını görüyoruz. Sopa kullanma yeteneğine erişen grup, diğer gruba üstünlük sağlar ve su kaynağını ele geçirir. Bu yetenek onlara avantaj kazandırmış ve neslini devam ettirme imkânı tanımıştır. Popülasyonlar arası doğal seçilim işlemiştir. Yeterince gerçekçi bir sahne.
İkinci bölümdeki teknolojik öngörüler ilgi çekicidir. Uzay araçlarında yapay yerçekimi yoktur, onun yerine herkes kemerlerini bağlayıp oturmaktadır. Yemekler yerçekimsiz ortamda dağılmasın diye kapalı kutularla gelir ve önceden takılmış pipetlerle tüketilir. Hostesler, mıknatıslı ayakkabılar kullanarak aracın içinde gezinmektedir.
Üçüncü bölüm filmin en çarpıcı kısmıdır. Bilimkurgu literatürüne Hal 9000 adlı yapay zekaya sahip bilgisayarı kazandırmıştır. Pek çok konuda kendisine atıf yapılmıştır. Hatta Kayıp Rıhtım portalındaki arama kutusunda bile Hal 9000’in gözünü görebilirsiniz. Hal 9000 pek çok bakımdan oldukça gerçekçi bir yapay zekadır. Anlamsız nedenlerden ötürü kontrolden çıkan bir yapay zeka değildir. Tam tersine, en sonunda görüldüğü üzere o sadece görevini yerine getirmek için diretmiştir.
Filmin bu kısmının biraz daha gerçekçilikten (en azından zamanımızın bilimsel bilgisinden) uzaklaşıp felsefi bir nitelik kazandığını ve anlaşılması zor olduğunu söylemek mümkün. Fakat gerçekçilik hiç yok değil. Uzayda daha yüksek hızlara çıktıkça zamanın farklı bir hızda akması ve karakterimizin kendi yaşlılığını görmesi Einstein’ın görelilik kuramlarına uygun.
Filmin gerçekçilik açısından en büyük sıkıntısı 2001 yılını çok geride bırakmış olmamıza rağmen hala filmde öngörülen teknolojik seviyeye ulaşamamış olmamız.
6. I, Robot (Ben, Robot)
Konu yapay zeka ve onun insanlığa karşı olası isyanından açılmışken Isaac Asimov’un aynı isimli eserinden uyarlanan I, Robot’a değinmenin tam sırası. Bu film, canavar veya duygusal robotlar yerine daha gerçekçi robotlar koyuyor. Bir makinenin düşünce tarzının en gerçekçi ele alındığı eserdir.
Asimov, robotların belirlenmiş üç yasaya göre programlanması durumunda hiçbir zaman tehlike arz etmeyeceği görüşünü bu eserde de sunar. Fakat bu varsayımı çeşitli eserlerinde test etmiş ve geliştirmiştir. Bir robotun üç yasaya rağmen bir cinayetin zanlısı gibi görünmesi eserin başlıca konusudur. Bu robot, sadece arızalı (ya da üç yasaya göre programlanması unutulmuş) bir robot mudur, yoksa bunun altında çok daha derin nedenler mi vardır? Soruşturmayı yürüten müfettiş Del Spooner en sonunda üç yasadaki bir açığı keşfedecektir.
Burada pek fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü Asimov’un üç yasasını yakın zamanda uzun uzadıya ele aldık. Yakın zamanda yaptığımız Biz Bunu İstiyoruz 2.5 etkinliğinde Asimov’un eserlerini ve üç yasasını anlattık. Eğer hala okumadıysanız çok şey kaçırmışsınız demektir.
5. Interstellar (Yıldızlararası)
Interstellar’ı bu listenin hangi sırasına koyacağıma karar vermek benim için hayli zordu. Başa da alabilirdim, sona da. Kesin olan tek bir şey vardı, o da Interstellar’ın, katı bilimkurgunun en başarılı örneklerinden olduğu ve bu listede kesinlikle bulunması gerektiğiydi.
Yakın zamanda vizyona giren Interstellar sadece sinema gündemini ve bilimkurgu çevrelerini değil, bilim çevrelerini de çok meşgul etti. Bilim yayınlarında ayrıntılı incelemeler yayımlandı. Hatta filmin kendisi bir bilim keşfine önayak oldu. Filmin yapımcılarından Kip Thorne, Yıldızlararası’nın Bilimi adlı bir kitap bile yazdı.
Konuya gelecek olursak, Dünya ekosisteminin büyük zarar gördüğü, insan nüfusunun kırıldığı, ekonominin son derece küçüldüğü bir gelecekteyiz. Dünya gezegeni günden güne ölmektedir ve geri döndürülemez noktaya gelmiştir. Bu noktada Satürn yakınlarda bir solucandeliği keşfedilmiştir. Bu solucandeliği başka bir galaksideki bir yıldız sistemine açılmaktadır. Burada yaşam için aday üç gezegen vardır. Yıllar önce üçüne de bilgi toplaması için astronot gönderilmiştir. Şimdiki ekibin göreviyse bu üç gezegeni gezmek, toplanan bilgileri inceleyip en uygun gezegeni seçmektir. Sonrasında eğer mümkünse tüm dünya nüfusu bu yeni gezegene taşınacak ve kurtarılacaktır. Bu mümkün değilse, binlerce insandan toplanmış genetik mirastan yeni bir insan nesli, yeni gezegende yaratılacak ve en azından insanlığın devamlılığı sağlanacaktır.
Yolculuk uzun sürecektir. Satürn’e kadar ekip uzay aracında dondurulur. Işıktan hızlı seyahat beklemeyin, bilimsel gerçekliğe uygun bir filmi, bir katı bilimkurguyu izliyorsunuz. Evrenin diğer ucuna seyahat solucandeliğiyle sağlanıyor, yani kestirmeden gidiliyor. Solucandeliğinin ne olduğunun anlatıldığı sahne çok anlaşılır. Kip Thorne’un imzası kendisini gösteriyor.
Gidilen yerde bir de karadelik vardır. Karadeliğin görüntüsü olabildiğince gerçekçi yansıtılmış. Hatta bunun için tasarlanan simulasyon bir keşfe neden olmuş.
Karadeliğin yakınındaki gezegende zamanın farklı akması konuya yabancı olanlara fantazi gibi gelebilir ama gerçekliğe uygun. Zaman sabit değildir, görelidir. Farklı hızlarda hareket eden ve farklı derecede çekim gücüne maruz kalınan yerlerde zaman da farklıdır. Filmde, karadeliğe yakın gezegende geçirilen bir saat, dışarıda yedi yıla denk geliyor.
Hayalgücünün sınırlarını zorlayan kısım karadeliğe girdikten sonra başlıyor. Beşinci boyutlu evrenin algılanabilir hale gelmesi de işlenmiş. Yaşadığımız evren aslında üç boyutlu değildir. 11 boyutlu olarak başlamıştır ama sonra diğer boyutlar içe çökmüştür. Biz sadece dört boyutu algılayabiliyoruz (dördüncüsü zaman). Beşinci boyutun algılanabilmesiyle birlikte, dördüncüsünde, tıpkı ilk üçünde olduğu gibi seyahat etmek mümkün oluyor. Bu sayede zamanda seyahat etmek ve evrenin diğer ucuna mesaj göndermek mümkün hale geliyor. Tabii bu, kanıtlanmamış bir şey.
Elbette bazı eleştiriler de var. Örneğin bir karadeliğe parçalanmadan girmek olası görünmüyor. Bir başka sorun da astronot kıyafetleriyle kavga ederken kaskın çatlamasına rağmen hava sızıntısı olmaması. Bunlar benim aklıma gelenler. Hepsinden önemlisi film, pek çok bilimsel teori üzerine kurulsa da bir kısmı şu an kanıtlanmış değil.
Interstellar’ın bilimsel gerçekçiliği başlı başına bir yazı konusu. Hatta bir kitap konusu ki böyle bir kitap da yazıldı zaten. Bu nedenle kısa kesiyorum. Yazının sonunda verdiğim kaynaklardan Interstellar’ın bilimselliğini okuyabilirsiniz.
4. Gattaca
Polisiye-bilimkurgu tarzındaki Gattaca, katı bilimkurgunun önde gelen örneklerindendir. Hikayemiz genetik mühendisliği uygulamalarının daha da kolaylaştığı, ucuzladığı ve topluma yayıldığı bir gelecekte geçiyor. Aileler, çocukları doğmadan önce genetik yapısına müdahele ettirmekte, olası zayıflıklardan arındırmakta, hastalıklara karşı daha dirençli yapmakta, daha uzun ömürlü olmakta ve gelişmeye daha açık hale getirmektedir. Böylece toplumun kusursuz kabul ettiği bireyler doğmaktadır. Tabii, her ebeveyn bunu tercih etmemekte, bazıları çocuğunun “doğal” olmasını istemektedir. Bu durum, genetiğe dayanan bir sınıf ayrımcılığına neden olmuştur. Genetik mirası elden geçirilmiş üstün bireyler, çeşitli işler için daha uygun kabul edilmektedir. Bu yüzden iş başvurularında DNA örneği vermek zorunlu hale gelmiştir. Hatta bütün iş görüşmeleri bununla sınırlıdır. Diğer insanlarsa daha düşük ücretli ve kimsenin yapmak istemediği işlerde çalışmak zorunda bırakılmıştır.
Kardeşinin aksine genetik yapısına müdahale edilmemiş Vincent (Ethan Hawke) bu durumun sonuçlarını yaşamaktadır. Kalbi doğuştan zayıftır. Gözleri çok iyi görmemektedir. Hiçbir yerde iş bulamamaktadır. Çünkü DNA örneği istenmektedir. Bu yüzden yoksul sınıfın bir parçası olmuştur, ama hayalleri büyüktür, uzaya gitmeyi hedeflemektedir. Bu konuda Jerome (Jude Law) ile bir anlaşma yapar. Jerome, genetik yapısı özelleştirilmiş bir insandır ama bir kazada sakatlanmış ve ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır. Vincent, Jerome’un kimliğine bürünecek, ne zaman saç teli, idrar, deri parçası, kan örneği, sperm vermesi gerekse Jerome’dan alacaktır. Karşılığında onun bakımını üstlenecektir. Böylece Vincent, Gattaca’ya (dönemin NASA’sı diyebiliriz) girer ve hayalini gerçekleştirmek için işe koyulur.
Buraya kadar anlattığımız kısımda gerçekliğe uymayan hiçbir şey yok. Genetik biliminin günümüzde bile geldiği nokta malum. Gen tedavisi günümüzde de uygulanabiliyor. Saç, kan, sperm, deri vs. hepsinden bir insanın DNA’sını öğrenmek mümkün. Ki günümüzde adli tıp uygulamalarında yoğun bir biçimde kullanılıyor. Gattaca’nın tek farkı bunların kolaylaştığı bir geleceği hayal etmek. Genetik ayrımcılık yapan kurumlar ve suçluların peşindeki polis, genetik materyali anında çözümleyen makinelere sahiptir, o kadar.
Gattaca’nın gerçekçilikten çıktığı kısım pozitif bilimlerden çok iktisadi yöndendir. İstisnasız her gün uzaya bir düzine araç gönderecek kadar uzay gemisi üretmek, bunun için mühendis, teknoloji, hammadde ve yakıt sağlamak, bu kadar çok astronot yetiştirmek filmin gerçekçi olmayan yönü.
3. Contact (Temas)
Contact, Carl Sagan’ın aynı isimli eserinden sinemaya uyarlanmıştır. Bir bilim insanının yazmış olması sayesinde yapılmış en gerçekçi bilimkurgulardan olup bilimsel tartışmalara yer vermiştir. Dünya dışı zeki bir yaşam formuyla tanışılmasını konu edinmektedir.
Dr. Arroway (Jodie Foster) uzaydaki çeşitli sinyalleri dinleyip analiz etmekte ve zeki bir uygarlıktan mı geldiğini yoksa uzaydaki herhangi bir gök olayından gelen bir gürültü mü olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Bu, gerçekte olan bir bilimsel çalışmadır. SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence – Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) uzaydaki bütün sinyalleri kayıt altına almakta ve analiz edip kaynağını öğrenmeye çalışmaktadır. Henüz dünya dışı bir uygarlık keşfedemesek de orada bir yerlerde yaşam olmasının olasılığı vardır. Gerçek yaşamdaki bilimcilerin ve Contact’ta Arroway’in bu kadar umutlu olmasının nedeni de bu olasılıktır.
Arroway, Joss’a (Matthew McConaughey) galaksideki zeki yaşam olasılığını hesaplar. Gerçekte bu ayaküstü rastgele bir hesap değildir. Galaksideki zeki yaşam olasılığını hesaplamak için kullanılan Drake Denklemidir. Son yıllarda yapılan keşiflerde bu denkleme verilecek değerler denklemin yaratıcısı Frank Drake’in en iyimser tahminlerinin bile ötesine geçmiştir.
Filmde, Drumlin (Tom Skerritt) gibi başta umutsuz olanlar da vardır. Olasılık bu kadar yüksekse neden hala zeki bir yaşam sinyali tespit edemedik? Bu da bilim çevrelerinde tartışılmakta olan bir konudur. Konuyu ilk önce dile getirenin fizikçi Enrico Fermi olması nedeniyle Fermi Paradoksu olarak bilinmektedir.
Tahmin edeceğiniz üzere filmin ilerleyen dakikalarında bir dünya dışı yaşam sinyali gelir. Fakat sinyal aslında Hitler’in 1936’da bir yaptığı konuşmadır. Yani tarihteki ilk TV yayınlarından biri uzayda yıllarca ışık hızıyla yok almış ve bu yabancı uygarlığa ulaşmıştır. Onlar da yayını geri göndererek cevaplamışlardır. Zaten filmin başında da gösterildiği üzere bütün TV, radyo vs. sinyalleri uzayda yol almaktadır. Örneğin bu TV yayınından 2015’e kadar 79 yıl geçmiştir, yani bu sinyal şu ana kadar en fazla 79 ışıkyılı uzağa gitmiş olmalı. Eğer bu mesafede bulunan bir zeki yaşam formu varsa ve bu sinyali tespit edecek teknolojiye sahipse bizi keşfetmiş olmaları olasılık dahilindedir.
Contact’ta gelen sinyal bu kadarla sınırlı değildir. Sinyalin içine dev bir makinenin inşa planları saklanmıştır. Bu makine bir solucandeliği açacak ve insanı doğrudan bu yeni uygarlıkla tanışmaya götürecektir. Sagan’ın bu fikri Kip Thorne’dan aldığını biliyoruz. Işıktan hızlı seyahat imkansız olduğundan Sagan’ın kurguya dahil edeceği alternatif ve bilimin reddetmediği bir fikre ihtiyacı vardı. Bu fikir haliyle solucandeliği oldu.
Eserin bilimselliği konusunda getirilebilecek belki de tek eleştiri, solucandeliklerinin gerçekten varolup olmadığının belli olmamasıdır. Yani Interstellar ile aynı dertten muzdarip. Teorik olarak varlar, bilim tarafından kabul görüyorlar. Bilim dünyasındaki adı Einstein-Rosen Köprüsüdür. Fakat gerçekte henüz hiç rastlamadık.
Kısacası Contact tamamen bilimsel bir film. Sadece bazı şeylerin kesinleşmesi lazım. Gelecekte solucandeliklerinin varlığı kesinleşirse böyle bir film listesi yapan başka biri Contact’ı ilk sıraya alabilir ya da var olmadıkları kanıtlanırsa Contact, Jurassic Park’la aynı kaderi paylaşabilir.
2. Gravity (Yerçekimi)
2013’te vizyona giren Gravity’yi listenin ikinci sırasına yerleştirdik. Rusya’nın kendi uydusunu füzeyle vurması nedeniyle binlerce parça büyük bir hızla Dünyanın çevresinde dönüp önüne gelen her şeyi yok etmektedir. Bu da o sırada uzay yürüyüşünde olan ABD’li bir astronot ekibi için ölüm kalım savaşına dönüşür. Ekibin diğer üyeleri hayatını kaybederken, Stone (Sandra Bullock) ve Kowalski (George Clooney) adlı iki astronot, hayatta kalma mücadelesi verir.
Uzay boşluğunda yaşanan gerilimi sakin bir şekilde izlemek epey zordu. Gerçekçilik açısındansa filmde kusur yok. Uzay boşluğu ancak bu kadar başarılı yansıtılabilirdi. Yukarıya çıkmayı herkes ister, belki çok keyiflidir ama bir o kadar da tehlikelidir.
Gravity’nin gerçeklikten uzaklaştığı tek kısım Stone’un yere indiği kısımdır. Bu sahne abartılı olduğu gibi Stone’un anlamadığı Çince butonlara basarak bunu başarması zorlama olmuş.
1. Apollo 13
Ve geldik listenin ilk sırasına. William Broyles Jr. ve Al Reinert’in Last Moon adlı kitabından 1995’te sinemaya uyarlanan Apollo 13’ün bugüne kadar yapılmış en gerçekçi bilimkurgu filmi olduğunu düşünüyorum. Aslında buna en gerçekçi bilimkurgu filmi demek de tam olarak doğru değil. Çünkü olay kurgu değil, gerçektir.
Film, NASA’nın Ay’a insanlı yolculuk projesinin yedinci yolculuğu olan Apollo 13’ü konu edinmektedir. 11 Nisan 1970’de Ay’a doğru yolan çıkan Apollo 13, yarı yolda bir patlama sonucu hizmet modülünün oksijen stoklarını ve elektrik enerjisini yitirdi. Mürettebat Ay modülüne sığınarak hayatta kaldı. Bu andan itibaren NASA’nın amacı astronotları sağ salim bir şekilde Dünya’ya geri getirmek oldu.
Kurtarma görevi başarılı oldu ve Apollo 13 mürettebatı Dünya’ya dönmeyi başardı. Ay’a yolculuk görevi her ne kadar başarısızlığa uğrasa da mürettebatın kurtarılması nedeniyle bu olaya “başarısız başarı” denilmektedir.
Apollo 13 sinema filmi ise bilimkurgusal bir film değil, bu süreci anlatan bir filmdir. Yani gerçekçi ya da mantıksız herhangi bir şey kurgulamamamış, olanı anlatmıştır. Bu nedenle listenin ilk sırasını uygun gördük.
kayiprihtim.com dan alınmıştır